BİLİNDİK BİR GÖÇMENLİK HİKAYESİ VE BİLİNMEDİK KAHRAMANLAR!
Göç coğrafi bir yer değiştirme
hareketidir. Zorunlu veya isteyerek göç eden birey; ekonomik, kültürel, eğitim
ve savaş gibi ön plana çıkan sebeplerle bulunduğu coğrafyayı terk eder. Göç etme hali her coğrafya için farklı
unsurları barındıran özel bir yapıya sahiptir. Din, dil ve ırk farklılıkları
sebebiyle göç eden birey çoğunlukla ayrımcılığa uğrar. Günümüz Batılı sosyal
devlet yapısında ayrımcılık yasalarla engellenmeye çalışılsa da toplumsal bağlamda
birçok birey ayrımcılığa uğramaktan kurtulamaz. Hatta kimi zaman bazı yasa
yapıcılar dahi inandıkları olguların tersine hareket ederek ayrımcı davranabilirler.
Dünyadaki ekonomik dengeler, paylaşımın adaletsizliği ve küreselleşmenin
getirdiği değişim de birçok bölgede yaşanan göçü kaçınılmaz kılıyor. Her ne
kadar küreselleşmenin olumsuz yönü çoğunlukla ekonomik olarak vurgulansa da
güvensiz yaşam koşulları da göç olgusunu etkin kılan önemli bir unsurdur.
Savaşların eksik olmadığı bir dünyada ise ne yazık ki göç etme olgusu
normalleşmekten uzak duramıyor.
Kendisi de Meksikalı bir göçmen
olan Dulce Pinzon “Her Gün Süper Kahraman” isimli fotoğraf serisi ile Batı
kültürüne mal olmuş süper kahraman ikonları üzerinden var olan toplumsal
gerçekliği sarkastik bir tavır ile ele alıyor. Gerçek hikayeyi fantastik olan
hikayelerle birleştiren sanatçı, göç neticesinde günlük yaşamda insanın
sömürülmesini bize gösteriyor. Göz ardı edilen gerçekliğe dikkat çekilmesini
sağlayan Pinzon, yarattığı simülasyon ile kurgunun varlığını gösterirken, aynı
zamanda tanıdık bir ikon üzerinden ilgimizi çekerek aslında bir şeylerin “yamuk”
gittiğine dikkatimizi çekiyor.
Toplumsal olgulara popüler kültür
ikonları ile değinen sanatçı, çekmek istediği ilgiyi fazlasıyla yakalıyor. Her
ne kadar kurgusal durum ironik görünse de aynı zamanda “rahatsız etmek” üzerine
kurduğu bir düzlemde bize hikayeyi anlatıyor. Ortaya çıkan eserlerden otoritenin
rahatsızlığı kadar toplumun büyük bir kesimini de rahatsız edecek bir gerçeklik
kurgulaması izliyoruz. Süper kahramanlar güçlü olmalarının yanında, aynı
zamanda kötülükle de savaşarak toplumu korumak üzere görevlilerdir.
Fotoğraflardaki süper kahramanlar ise toplumu korumak değil, topluma hizmet
etmek üzere vardır ve bu hizmet toplumun diğer bireylerinin çoğunlukla
istemediği görevleri kapsar.
Pinzon, New York’da yaşayan
göçmen bireyleri kullanarak bizi konunun gerçekliğine doğrudan taşımaktadır. Fotoğraflarda
yer alana figürlerin Meksikalı birer göçmen olması önemli bir belgeli gerçeklik
düzlemi yaratır. Böylece karşımızda sadece kurguyu sağlayan figürler değil,
aynı zamanda durumun gerçekliğine sahip bireyleri görürüz. Bu da analizi
yapılan sosyal durumu doğrudan karşımıza çıkarmaktadır. Uzun çalışma saatleri
ve kötü koşullar onları yine bir kahramana dönüştürür ve bunu yaşamsal bir durum
üzerinden yapar. Çocuklar süper kahraman kostümlerini giydiğinde birer güç
temsili oluştururken, bu hikayede yetişkin bireylerin bu kostümleri giymiş
olması aslında bize sömürülme üzerinden mağdur edilme halini yansıtır. Bulundukları
konum sebebiyle işverenler tarafından suistimal edilen işçiler ait olmadıkları
toplum tarafından da kullanılmış olurlar.
Amerika tarihinde bilinen göçmen
fotoğrafları Alfred Stieglitz ve Lewis Hine’ın tarafından çekilmiştir. Daha çok
belgeleme amaçlı çekilen fotoğraflarda Amerikan toplumundaki göçmenler
görülmektedir. Stieglitz’in The
Steerage (1907)
isimli fotoğrafı Amerika’daki göçmenleri anlatan önemli bir başyapıttır. Stieglitz’in
çalışmaları doğrudan bir çözüm yolu bulma niteliğinde olmasa da Hine’nin
çalışmaları o dönemde dikkat çekmiş ve sosyal bir tepki doğmasına neden olmuştur.
Özellikle çocuk işçilerle ilgili yapmış olduğu çalışma yasal düzenlemelerin de
yapılmasını sağlamıştır. O günden bugüne göçmenleri oluşturan kültürel profil
değişmiş olsa da göçmenlerin yaşam ve çalışma koşullarında pek değişiklik
olmamıştır. Değişen en önemli unsur göçmen olmanın daha da zorlaştığıdır. Bahsi
geçen bu konu sadece Amerika için değil, dünyanın birçok ülkesi için geçerlidir.
İngiltere’de yaşayan Yinka Shonibare, Nijerya kökenli bir
göçmen olarak İngiliz toplumunun içinde var oluş sorunlarını anlatan bir seri
fotoğraf yapmıştır. 1990’lı yılların sonunda gerçekleştirdiği fotoğraf serisi
ile beyaz bir erkeğin kılığına girer. “Viktoryen Bir Züppenin Günlükleri”
ismini verdiği fotoğraf serisini William Hogart’ın “The Rake’s Progress, Tom
Rockwell (1732)” isimli bir zenginin zevk ve sefa içinde tükenişini anlatan
resimlerinden yola çıkarak hazırlamıştır. Yaşadığı toplumun içinde sahteleşmiş
bir kabullenilme hali ve ikiyüzlü tavrı fotoğraflarında sergileyen sanatçı,
beyaz hizmetçi figürleriyle ötekileşme halini tersine çevirir. Birçok göçmen
gibi her iki kültürü de yakından tanıyan sanatçı, toplumsal anlamda uğradığı
ayrımcılığı ve ön yargılı yaklaşımları kurguladığı bu seride yer alan
metaforlar ile gösterir.
İngiltere’de toplumsal anlamda ırkçılığa ve ayrımcılığa
gönderme yapan bir diğer seri çalışma ise Koreli sanatçı Chan Hyo Bae’ye aittir.
“Kostümle Var Olmak” isimli çalışmasında abartılı ortaçağ kostümleriyle Batı
tarihinden kadın figürlerin kılığına bürünen sanatçı aynen Shonibare gibi Batılı
bir toplumda farklı ırktan bir birey olarak yer almanın zorluklarını
ifadelendirmektedir. Irkıyla kurduğu
bağlantı ellerinde gizlidir. Tüm kostümlere ve makyaja rağmen sanatçının elleri
bizi sorunun gerçekliğine taşıyacak şekilde müdahalesizdir. Hyo Bae aynı
zamanda uzak doğulu bir erkek olarak Batılı bir toplumun içinde yaşamanın
zorluklarını da vurgular. Böylece toplumsal cinsiyetin kültürler arası yorumunu
da ironik bir çözümlemeyle ele alır. Asyalı erkek imgesinin Batılı dünya da
feminen bulunuşu sanatçı için kadın kostümleri içinde yapılan bir protestodur. Batıya
ait masal kahramanlarının da kılığına giren sanatçı, içinde yaşamaya başlamadan
önce batı toplumuna duyduğu hayranlığı da dile getirir.
Sanatçıların fotoğraflarında
göstergelerin temsil ettikleri ile diğer bireylere yükledikleri önemli anlamsal
vurgu göz ardı edilmemelidir. Evrensel anlayışa taşınmadan ele alındığında çok
lokal kalması kaçınılmaz olan göstergeler toplumun duyarlı hale gelmesinde
önemli bir yapısallığa sahiptir. Fotoğraf sosyal olguları görünür kılan bir
unsur olarak güçlü bir paydaya sahip olsa da esas olan toplumsal bilinç
düzeyini arttırmada sivil toplum örgütlerinin katkısıdır. Çocukların nefret
söylemlerine tanık olmayacakları bir toplumsal yapı belki hayal gibi
görünebilir fakat mümkün olmaktan uzak değildir. Göçmen olan bireyin nefret
nesnesine dönüşmemesi için kolektif bir bilinç oluşmak zorundadır.
Bu coğrafyada yaşayan bizler ise
gösterilen durumlara bir şekilde yabancıyızdır. Ne Amerikalı, ne Nijeryalı, ne
Koreli, ne de Meksikalıyız! Fakat bu yabancı olma hali bizim bu eserler
üzerinden kendi gerçekliğimizi kurgulamamızı engellemez. Sanatçı yaşadığımız
toplum içerisinde var olan gerçekliğe aynı görsel unsurlar ve bildiğimiz
hikayelerle eşleştirme yapmamızı sağlar. Göçmen olan bireyin kötü koşullarda ve
toplumun diğer “gerçek” bireylerinin istemediği işlerde çalışması -çalıştırılması-
sadece Amerika ve Batı toplumlarına özgü bir tutum değildir. Çevremize
baktığımızda bu duruma uygun birçok örneğe rastlamakta zorluk çekmeyiz.
Göçmenlik hali ülkeden ülkeye olmak zorunda da değildir. Yaşadığımız coğrafyada
da doğudan batıya kuzeyden güneye göçler yaşanmaktadır.
Göç eden bireylere karşı gelişen tutum bir süre sonra
toplumsal bazı sorunların baş göstermesi ile birlikte yabancı düşmanlığına da
dönüşür. Göçmenlerin öncelikli sorunu olan uyum sağlama zaten başlı başına
birey için mücadele edilmesi geren bir süreç iken bir de çalıştığı toplumun
diğer bireyleri tarafından ötekileştirildiği zaman işin boyutu çok yönlü olarak
sorunsallaşacaktır. Ekonomik dar
boğazlarda sık karşılaşılan sorun genellikle istenmeyen işleri yapan
göçmenlerin günah keçisi haline getirilmesi olarak gözlemlenebilir. Kaçak
göçmenin ise gittikçe daha zor hale gelen durumun içinde en altta kalarak
insanlık onurunu zedeleyen koşullarda yaşamak zorunda olması evrensel bir
mesele olarak karşımıza çıkar. Oysa onları sınır dışı etmek, nefret nesnesi
haline gelmiş göçmenleri yabancılaştırmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
Geçmişte bir şekilde göçmen olmak
zorunda kalmış ve aynı sıkıntıları yaşamış olan bireylerin başka bireylere aynı
zor koşulları dayatmakta çekince görmemesi sanırım dünya tarihinin içinden
çıkılmaz toplumsal kirliliklerinden biridir. Her gün gözümüzün önünde olan
fakat gerçekliğinin farkına varmadığımız bir duruma gönderme yapan sanatçılar
bilindik figürler yardımıyla dikkatimizi çekmektedir. Düşük ücret ve fazla
saatler boyunca çalışan göçmenler bir süre sonra neredeyse toplumun taşıyıcı
unsurlarından biri haline gelir. Oysa onlar aynı zamanda modern topluma zarar
veren ve ekonomiyi zedeleyen ögeler olarak da görülür! Irkçılık ve ötekileştirmenin
olmadığı barışçıl toplumsal bir yapı inşa etmek bütünsel bir hareketi
kapsayacaktır. Sadece kanunlar çıkararak duruma makyaj yapmanın ötesine
geçilemediğini ne yazık ki yakın gündemde sıklıkla gözlüyoruz. Bu nedenle
ayrımcılığın her bir zerresinin her türlü platformda yok edilebilmesi için
sanatçılardan öğretmenlere kadar toplumun tüm kesimleri sorumlu olmalıdır.