22 Mayıs 2017 Pazartesi

BİLİNDİK BİR GÖÇMENLİK HİKAYESİ VE BİLİNMEDİK KAHRAMANLAR!

Göç coğrafi bir yer değiştirme hareketidir. Zorunlu veya isteyerek göç eden birey; ekonomik, kültürel, eğitim ve savaş gibi ön plana çıkan sebeplerle bulunduğu coğrafyayı terk eder.  Göç etme hali her coğrafya için farklı unsurları barındıran özel bir yapıya sahiptir. Din, dil ve ırk farklılıkları sebebiyle göç eden birey çoğunlukla ayrımcılığa uğrar. Günümüz Batılı sosyal devlet yapısında ayrımcılık yasalarla engellenmeye çalışılsa da toplumsal bağlamda birçok birey ayrımcılığa uğramaktan kurtulamaz. Hatta kimi zaman bazı yasa yapıcılar dahi inandıkları olguların tersine hareket ederek ayrımcı davranabilirler. Dünyadaki ekonomik dengeler, paylaşımın adaletsizliği ve küreselleşmenin getirdiği değişim de birçok bölgede yaşanan göçü kaçınılmaz kılıyor. Her ne kadar küreselleşmenin olumsuz yönü çoğunlukla ekonomik olarak vurgulansa da güvensiz yaşam koşulları da göç olgusunu etkin kılan önemli bir unsurdur. Savaşların eksik olmadığı bir dünyada ise ne yazık ki göç etme olgusu normalleşmekten uzak duramıyor.        

Kendisi de Meksikalı bir göçmen olan Dulce Pinzon “Her Gün Süper Kahraman” isimli fotoğraf serisi ile Batı kültürüne mal olmuş süper kahraman ikonları üzerinden var olan toplumsal gerçekliği sarkastik bir tavır ile ele alıyor. Gerçek hikayeyi fantastik olan hikayelerle birleştiren sanatçı, göç neticesinde günlük yaşamda insanın sömürülmesini bize gösteriyor. Göz ardı edilen gerçekliğe dikkat çekilmesini sağlayan Pinzon, yarattığı simülasyon ile kurgunun varlığını gösterirken, aynı zamanda tanıdık bir ikon üzerinden ilgimizi çekerek aslında bir şeylerin “yamuk” gittiğine dikkatimizi çekiyor.

Toplumsal olgulara popüler kültür ikonları ile değinen sanatçı, çekmek istediği ilgiyi fazlasıyla yakalıyor. Her ne kadar kurgusal durum ironik görünse de aynı zamanda “rahatsız etmek” üzerine kurduğu bir düzlemde bize hikayeyi anlatıyor. Ortaya çıkan eserlerden otoritenin rahatsızlığı kadar toplumun büyük bir kesimini de rahatsız edecek bir gerçeklik kurgulaması izliyoruz. Süper kahramanlar güçlü olmalarının yanında, aynı zamanda kötülükle de savaşarak toplumu korumak üzere görevlilerdir. Fotoğraflardaki süper kahramanlar ise toplumu korumak değil, topluma hizmet etmek üzere vardır ve bu hizmet toplumun diğer bireylerinin çoğunlukla istemediği görevleri kapsar.

Pinzon, New York’da yaşayan göçmen bireyleri kullanarak bizi konunun gerçekliğine doğrudan taşımaktadır. Fotoğraflarda yer alana figürlerin Meksikalı birer göçmen olması önemli bir belgeli gerçeklik düzlemi yaratır. Böylece karşımızda sadece kurguyu sağlayan figürler değil, aynı zamanda durumun gerçekliğine sahip bireyleri görürüz. Bu da analizi yapılan sosyal durumu doğrudan karşımıza çıkarmaktadır. Uzun çalışma saatleri ve kötü koşullar onları yine bir kahramana dönüştürür ve bunu yaşamsal bir durum üzerinden yapar. Çocuklar süper kahraman kostümlerini giydiğinde birer güç temsili oluştururken, bu hikayede yetişkin bireylerin bu kostümleri giymiş olması aslında bize sömürülme üzerinden mağdur edilme halini yansıtır. Bulundukları konum sebebiyle işverenler tarafından suistimal edilen işçiler ait olmadıkları toplum tarafından da kullanılmış olurlar.

Amerika tarihinde bilinen göçmen fotoğrafları Alfred Stieglitz ve Lewis Hine’ın tarafından çekilmiştir. Daha çok belgeleme amaçlı çekilen fotoğraflarda Amerikan toplumundaki göçmenler görülmektedir. Stieglitz’in The Steerage (1907) isimli fotoğrafı Amerika’daki göçmenleri anlatan önemli bir başyapıttır. Stieglitz’in çalışmaları doğrudan bir çözüm yolu bulma niteliğinde olmasa da Hine’nin çalışmaları o dönemde dikkat çekmiş ve sosyal bir tepki doğmasına neden olmuştur. Özellikle çocuk işçilerle ilgili yapmış olduğu çalışma yasal düzenlemelerin de yapılmasını sağlamıştır. O günden bugüne göçmenleri oluşturan kültürel profil değişmiş olsa da göçmenlerin yaşam ve çalışma koşullarında pek değişiklik olmamıştır. Değişen en önemli unsur göçmen olmanın daha da zorlaştığıdır. Bahsi geçen bu konu sadece Amerika için değil, dünyanın birçok ülkesi için geçerlidir.

İngiltere’de yaşayan Yinka Shonibare, Nijerya kökenli bir göçmen olarak İngiliz toplumunun içinde var oluş sorunlarını anlatan bir seri fotoğraf yapmıştır. 1990’lı yılların sonunda gerçekleştirdiği fotoğraf serisi ile beyaz bir erkeğin kılığına girer. “Viktoryen Bir Züppenin Günlükleri” ismini verdiği fotoğraf serisini William Hogart’ın “The Rake’s Progress, Tom Rockwell (1732)” isimli bir zenginin zevk ve sefa içinde tükenişini anlatan resimlerinden yola çıkarak hazırlamıştır. Yaşadığı toplumun içinde sahteleşmiş bir kabullenilme hali ve ikiyüzlü tavrı fotoğraflarında sergileyen sanatçı, beyaz hizmetçi figürleriyle ötekileşme halini tersine çevirir. Birçok göçmen gibi her iki kültürü de yakından tanıyan sanatçı, toplumsal anlamda uğradığı ayrımcılığı ve ön yargılı yaklaşımları kurguladığı bu seride yer alan metaforlar ile gösterir.

İngiltere’de toplumsal anlamda ırkçılığa ve ayrımcılığa gönderme yapan bir diğer seri çalışma ise Koreli sanatçı Chan Hyo Bae’ye aittir. “Kostümle Var Olmak” isimli çalışmasında abartılı ortaçağ kostümleriyle Batı tarihinden kadın figürlerin kılığına bürünen sanatçı aynen Shonibare gibi Batılı bir toplumda farklı ırktan bir birey olarak yer almanın zorluklarını ifadelendirmektedir.  Irkıyla kurduğu bağlantı ellerinde gizlidir. Tüm kostümlere ve makyaja rağmen sanatçının elleri bizi sorunun gerçekliğine taşıyacak şekilde müdahalesizdir. Hyo Bae aynı zamanda uzak doğulu bir erkek olarak Batılı bir toplumun içinde yaşamanın zorluklarını da vurgular. Böylece toplumsal cinsiyetin kültürler arası yorumunu da ironik bir çözümlemeyle ele alır. Asyalı erkek imgesinin Batılı dünya da feminen bulunuşu sanatçı için kadın kostümleri içinde yapılan bir protestodur. Batıya ait masal kahramanlarının da kılığına giren sanatçı, içinde yaşamaya başlamadan önce batı toplumuna duyduğu hayranlığı da dile getirir. 

Sanatçıların fotoğraflarında göstergelerin temsil ettikleri ile diğer bireylere yükledikleri önemli anlamsal vurgu göz ardı edilmemelidir. Evrensel anlayışa taşınmadan ele alındığında çok lokal kalması kaçınılmaz olan göstergeler toplumun duyarlı hale gelmesinde önemli bir yapısallığa sahiptir. Fotoğraf sosyal olguları görünür kılan bir unsur olarak güçlü bir paydaya sahip olsa da esas olan toplumsal bilinç düzeyini arttırmada sivil toplum örgütlerinin katkısıdır. Çocukların nefret söylemlerine tanık olmayacakları bir toplumsal yapı belki hayal gibi görünebilir fakat mümkün olmaktan uzak değildir. Göçmen olan bireyin nefret nesnesine dönüşmemesi için kolektif bir bilinç oluşmak zorundadır.

Bu coğrafyada yaşayan bizler ise gösterilen durumlara bir şekilde yabancıyızdır. Ne Amerikalı, ne Nijeryalı, ne Koreli, ne de Meksikalıyız! Fakat bu yabancı olma hali bizim bu eserler üzerinden kendi gerçekliğimizi kurgulamamızı engellemez. Sanatçı yaşadığımız toplum içerisinde var olan gerçekliğe aynı görsel unsurlar ve bildiğimiz hikayelerle eşleştirme yapmamızı sağlar. Göçmen olan bireyin kötü koşullarda ve toplumun diğer “gerçek” bireylerinin istemediği işlerde çalışması -çalıştırılması- sadece Amerika ve Batı toplumlarına özgü bir tutum değildir. Çevremize baktığımızda bu duruma uygun birçok örneğe rastlamakta zorluk çekmeyiz. Göçmenlik hali ülkeden ülkeye olmak zorunda da değildir. Yaşadığımız coğrafyada da doğudan batıya kuzeyden güneye göçler yaşanmaktadır.







Göç eden bireylere karşı gelişen tutum bir süre sonra toplumsal bazı sorunların baş göstermesi ile birlikte yabancı düşmanlığına da dönüşür. Göçmenlerin öncelikli sorunu olan uyum sağlama zaten başlı başına birey için mücadele edilmesi geren bir süreç iken bir de çalıştığı toplumun diğer bireyleri tarafından ötekileştirildiği zaman işin boyutu çok yönlü olarak sorunsallaşacaktır.  Ekonomik dar boğazlarda sık karşılaşılan sorun genellikle istenmeyen işleri yapan göçmenlerin günah keçisi haline getirilmesi olarak gözlemlenebilir. Kaçak göçmenin ise gittikçe daha zor hale gelen durumun içinde en altta kalarak insanlık onurunu zedeleyen koşullarda yaşamak zorunda olması evrensel bir mesele olarak karşımıza çıkar. Oysa onları sınır dışı etmek, nefret nesnesi haline gelmiş göçmenleri yabancılaştırmaktan başka bir işe yaramayacaktır.

Geçmişte bir şekilde göçmen olmak zorunda kalmış ve aynı sıkıntıları yaşamış olan bireylerin başka bireylere aynı zor koşulları dayatmakta çekince görmemesi sanırım dünya tarihinin içinden çıkılmaz toplumsal kirliliklerinden biridir. Her gün gözümüzün önünde olan fakat gerçekliğinin farkına varmadığımız bir duruma gönderme yapan sanatçılar bilindik figürler yardımıyla dikkatimizi çekmektedir. Düşük ücret ve fazla saatler boyunca çalışan göçmenler bir süre sonra neredeyse toplumun taşıyıcı unsurlarından biri haline gelir. Oysa onlar aynı zamanda modern topluma zarar veren ve ekonomiyi zedeleyen ögeler olarak da görülür! Irkçılık ve ötekileştirmenin olmadığı barışçıl toplumsal bir yapı inşa etmek bütünsel bir hareketi kapsayacaktır. Sadece kanunlar çıkararak duruma makyaj yapmanın ötesine geçilemediğini ne yazık ki yakın gündemde sıklıkla gözlüyoruz. Bu nedenle ayrımcılığın her bir zerresinin her türlü platformda yok edilebilmesi için sanatçılardan öğretmenlere kadar toplumun tüm kesimleri sorumlu olmalıdır.





Kanla Süslenen Bir Dünya


Tarihinin yarısından fazlası kanla yazılmış bir varlık insanoğlu! Kana doymayan, zevk için öldüren, savaşlarla beslenen ve savaşları yücelten bir yabancı bu yeryüzünde… Sisteme bir katkısı olmadan sadece tüketen ve tükettiği gibi de parçalayan bir varlık aynı zamanda... Dünyanın hiçbir parçası yoktur ki, savaşın izlerini yaşamamış ve ardında kanlı coğrafyalar bırakmamış olsun. Pakistanlı sanatçı İmran Qureshi de insanlık tarihindeki “kan” olgusundan yola çıkarak sanatını geliştirmiştir. Mekanları kırmızıya boyayarak yaptığı enstalasyonlarda izleyeni kan olgusu ile baş başa bırakır. Kanla süslenen mekanlar, savaşlarla kirlenen dünyaya ironik bir tepki aslında... Sanatçı ilk bakışta şiddetten geri kalanlar üzerine bir sorgulama süreci yaşatır. Öncelikle katliamın izleri mekana bakanları dehşete düşürür. Mekanın içine girip yakından gözlem gerçekleştikten sonra süslemelerle karşılaşılır. Çoğunlukla çiçekler ve yaprakların yer aldığı bu durum bir hayranlık uyandırırken rahatsız olma halinin devamlılığını da korur. Qureshi’nin eserlerinde gördüğümüz güzel çiçekler, bu kanlı tarihin bir metaforu olarak izlenebilir. Kanı metafor olarak başarılı bir yapısallık içinde aktaran sanatçı bizi kendi tarihimizle ve yaşadıklarımızla yüzleştirir.

Sanatçının kökenlerine baktığımızda, savaşın eksik olmadığı bir coğrafyadan geldiğini görürüz. Süslenen mekan batılılar için sadece bir sanat eseri iken, savaşla iç içe büyümüş birçok birey için hem huzursuz eden hem de korkutan bir görsellik sergiler. İnsanın kırmızı renge olan duyarlılığı ile gerçekleşen bu kanlı çağrışım mekanın ana unsurudur. İzleyen mekanda kendi varlığını anlamlandırırken aynı zamanda insanlık tarihini de ister istemez sorgulayacaktır. Ölüm, savaş, şiddet, katliam ve silah gibi kavramlar ilk önce imge dünyasında canlanır. Daha derin analizlere gidildiğinde, tüm insanlığın ellerine bulaşmış olan kanın Qureshi tarafından mekana eklendiğini görürüz. 

2011 yılında yaptığı “Blessings Upon the Land of My Love” – “Kutsuyorum Aşkımın Yurdunu” isimli enstalasyonu ile ana yapıtlarından birini yaratmış olan Pakistanlı sanatçı, minyatür sanatının çağdaş temsilcilerinden biridir. Yaşam ve ölüm döngüsünü eserlerine taşıyan sanatçı yaşadığı coğrafyada şiddetin tırmanışından etkilenir. Hatırlatmak istediği ise umudun kaybolmaması ve bundan sonra olacaklara dair bir bilinç geliştirmektir. Sanatçının eserlerinde bir katliamdan arda kalan izler görülse de amaç geleceğe dair bir bilinci, bir uyanışı tetiklemektir. İzleyen geçmişten gelen bu ürkütücü mirasa karşı oluşturacağı yeni bilinç ile çok daha iyi bir gelecek tasarımına soyunabilir. Bu, şiddetin ve savaşın yok edilmeye çalışılacağı ve umudun yüksek tutulacağı bir gelecek tasarımıdır. Sanatçının mekan ile kurduğu bağlantı bizi soyut yüzeyden uzaklaştırarak gerçek olan bir düzleme taşır, bu da mekanın içindeki varoluşu devamlı kılacaktır.

Pakistan Lahor Ulusal Sanat Koleji’nde minyatür sanatı üzerine dersler veren Qureshi, çağdaş minyatür sanatı konusunda öne çıkan isimlerden biridir. Qureshi’de karşılaştığımız kan, güncel sanatta kanı sık sıkı kullanan Herman Nitsch ya da Jordan Eagles’ın eserlerindeki ile aynı değildir. Hem anlam hem de uygulanan gerçeklik bakımından bir benzerlik yoktur. Fakat izleyenin edindiği huzursuz olma hali bu imgelemler bütününde mevcuttur, çünkü kana karşı olan duyarlı duygu durumumuz bizi çoğu zaman tehlikenin varlığına taşır. Ayrıca kendi ölümümüzle yüzleşme ihtimalimiz nedeniyle ürkütücüdür.


Qureshi’nin içinde bulunduğu İslam kültürü, gün geçtikçe şiddetin içine gömülmüş ya da böyle bir ön yargıya maruz kalmıştır. Bu nedenle sanatçı için “İslam ve şiddet” ikilemine dikkat çekmek de önemlidir. Böylece eserlerindeki yerellik olgusu ile sanatını çok katmanlı bir yapıya taşır, özgünlüğünü koruyarak temsil ettiği kültürün izlerini evrensel imgeler ve olgularla harmanlar. Mimari bir mekanda doğanın ötesine geçen insana dair bir kurguyu yaşatır. Sanatçının boyadığı yerler doğaya ait olan bir parça değildir, insan eliyle tasarlanmış ve inşa edilmiş düzlemlerdir. Qureshi bu yüzeyler yardımıyla izleyeni kendi düşmanlığıyla yüzleştirir.

Sanatçının yaptığı boyamalar duvarların yanı sıra yapının zeminini de kaplar. Böylece izleyenler doğrudan eserin içinde yer alarak bir bütünleşme süreci yaşar. İnsan kan ile doğrudan kendi bedenine bağlanır, kendi sahnesini düşünebilir ve bunu kendi bedeni ile tasarlayabilir.  Sanatçının eserlerindeki diğer bir güçlü olgu da “şiddet ve güzellik” arasındaki ikilemdir. Öte yandan yaşam ve ölüm karşıtlığını da sergileyen eserler, mimari bir yapının zemini ve duvarlarının boyanması ile oluşturulur. İlk bakışta ölüme ait izler taşıyan boyamalar, mekanın içine girildikçe sanatçının öne çıkarmak istediği duygu ikilemine keskin bir zemin hazırlamış olur.

2013 yılında New York Metropolitan Sanat Müzesi’nin çatısında yaptığı bir enstalasyon olan “And How Many Rains Must Fall Before the Stains Are Washed Clean” – “Bütün Lekelerin Temizlenebilmesi İçin Kaç Defa Yağmur Yağmalı”  isimli çalışması izleyeni doğrudan anlam ile buluşturur. Aslında bu isim Pakistanlı (Urdu) şair Faiz Ahmet Faiz’in (1911 – 1984) şiirinden bir dizedir.  Eserin isminde yer alan kilit kelime “leke” dir,  oysa boyamalara yakından baktığımızda lekeden ziyade bir sanatçının süslemelerine tanıklık ederiz. Anlamı sorguladığımızda ise insanlık tarihinin çirkin lekeleriyle baş başa kalırız, yağmurun defalarca yağması vurgusu bize önemli bir olguyu hatırlatır. Ne yazık ki, bu lekeler akıp gitse ve yok olsa dahi bizlerin birey olarak tanıklığı sona ermeyecektir. Savaşlar, şiddet ve katliamlar günlük yaşamımızın bir parçası haline geldiği sürece biz bu tanıklığa devam etmeye mahkum kalacağız. Sanatçının izleyene iletmeye çalıştığı en önemli nokta budur. Geçmişte kalan bir şeyler olsa bile insanoğlu gelecek için her zaman mücadele etmelidir.

Savaşların gerekliliğine inanan nesiller yetiştiren modernist düşünce günlük yaşamın birçok unsurunu manipüle ederek kendini haklı çıkarmaya çalışır. Kimi zaman dini, kimi zaman milliyeti, kimi zaman da militarist söylemleri kullanan kirli zihniyetler aynen Qureshi’nin eserlerinde olduğu gibi kendilerince kanla süslerler yaşadığımız dünyayı... Bulunduğumuz coğrafya ise savaşın izlerini yakın bir geçmişte fazlasıyla yaşamıştır. Gelecekten beklenen umut tasarımı Qureshi gibi sanatçılar kadar, barışçıl bir düzlemde hareket etmeyi varoluşun önemli bir etkeni haline getirecek bizler için de en önemli paydadır. Devletlerin oynadığı ve toplumların inandığı savaş oyunlarının gelecekte tekrar karşımıza çıkmaması için barışçıl bilinç düzeyini geliştirmek tüm bireylerin sorumluluğunda olmalıdır.